18 Mart 2017 Cumartesi

Museum Hotel'de Binbir Gece Masalı


Sadece izlemek istiyorum; Hiç konuşmadan oturmak ve sadece izlemek...Her manzara fotoğrafının altına yazılan ''İşte huzur bu', 'yok o değil asıl huzur bu' gibi bir duygu değil hissettiğim. İçimi gıcıklayan, kanımı kaynatan bir şeyler var bu manzarada, bu yerde. Uzun uzun izliyorum, öyle ki bendenim koltukta serilmişken güneşin tatlı sıcağının altında, aynı anda ruhum heyecanlı bir yolculuğa çıkmış gibi gökyüzünde. İşte bu yüzden saatlerce o terasta oturup izledim önümde uzanan tatlı manzarayı. İşte bu yüzden içim kıpır kıpır...
Bir yandan Jehan Barbur tatlı sesi gelirken, gözlerimi manzaradan ayırıp etrafıma bakıyorum. Binbir Gece Masalı'nı anımsatıyor burası. Her kapının ardında başka bir büyülü masal. Hemen yanımdaki taş yapıya, en tepedeki  gizemli odaya çıkan merdivenlere, oradan rüzgarla yavaşça süzülen dumanı tüten sıcak su havuzuna, oradan da küçük kemerle ayrılan, akşamları ateşte sıcak şarap hazırlanan bara dalıyor gözlerim.
Tekrar manzaraya dönüp, bir kadeh daha beyaz şarap isteyerek, açıklığa doğru gökyüzünde seyrime devam ediyorum.




3 yıl önce Kapadokya'ya geldiğimde anlamıştım Uçhisar'ın bu bölgenin en farklı enerjisine sahip olduğunu. Sadece Vadi'ye karşı bir sabah kahvaltısı yapıp ayrılmıştık; ancak bazen dakikalar bile yeter anlamanıza, bir parçanızın orası olduğuna. Aslında düşüncem, kışın karlar altındayken görmekti Uçhisar'ı. Nuri Bilge Ceylan 'Kış Uykusu' filminden kar manzaralarını görünce karar vermiştim ya Şubat sonu olmasına rağmen kar kalmamıştı etrafta. Öylesine bir yer de seçebilirdim konaklamak için, ama istemedim. Beni sarsın sarmalasın istedim kalacağım yer, gözlerimi ondan alamayayım, keyif verdiği kadar zevki de olsun istedim. Sadece iki gece kalacaktım ve koştur koştur bir plan yapmamıştım, hatta  hiç plan yapmamıştım. Uçhisar zaten büyülüydü, bir şekilde alır götürürdü.


Öyle de oldu. Cuma akşamı Nevşehir Havalimanı'na indim. THY'nin servisi 15 TL karşılığında Museum Hotel kapısına kadar bırakıyor ve şöför telefonunu vererek, dönerken arayın gelip alayım diyor. Süprizler daha kapıda başladı. Demir parmaklıklı kapıyı geçip bahçede ilerliyoruz.Akşam olduğu için herşey sarı ışıklandırma altında da olsa tam anlayamıyorum nasıl bir yerde olduğumu. Lobby olarak kullanılan sağdaki geniş ve yüksek tavanlı odaya geçiyoruz. İçeride bekleyen birkaç kişi daha var. Sıram geldiğinde kayıtlar alındı ve valizler bırakıldı. İlk önce minik bir otel turu yapacağız.



Museum Hotel gerçek bir müze aslında. Her köşesinde bir tarihi esere rastlıyorsunuz. Kimi zaman duvarda halı, merdiven başında ibrik, ayaklarınızın altında camekan içinde tarihi çömlekler...Otel görevlisi Emin Bey turuna devam ederken, serin havayı içime çekip, bu iki günü hiçbirşey yapmadan geçirecek olmanın tatlı sarhoşluğuna bırakıyorum. Ben hülyalara dalmışken Sunset Bar'ın önüne gelmişiz. Her akşam yanan ateş üzerindeki çömlekte hazırlanan, sıcak şarabın kokusu sardı bir anda etrafımı. Bir yanımda taş yapısı ile Museum Hotel, diğer yanımda gecenin çöktüğü Avanos'ın ışıklarına bakarak yudumluyorum. Böyle anlarda gördüklerimi hep çizmek istiyorum, fotoğrafını çekmektense. Hissettiklerimi eklemek istiyorum, benim elimden çıksın o kare, benim gördüklerimi anlatsın diye. Ancak öyle bir yeteneğim olmadığı için hüzünleniyorum. Bazı sahneleri çekmiyorum  öyle zamanlarda, gözlerimle en ince ayrıntısına kadar inceleyip hafızama alıyorum. Hiç unutma diye de tembihliyorum kendime...


Minik tur Lil'a Restoran önünde bitiyor ve odalara dağılıyoruz. Odayı bookingden ayırtıyorum, özellikle manzaralı hatta banyosu bile manzaralı olanından. Ancak geldiğimde anlıyorum ki yine de oteli arayıp teyid etmek gerekiyormuş fotoğraflardaki oda olması için. Son dakika bir değişiklik ile hayalimdeki odaya Khayyam'a yerleşiyorum.


Önünde manzaralı küçük bir bahçesi ve ferforje koltukları ile karşılıyor beni. Al şarabını, kitabını otur akşama kadar keyif yap burada. Oda ise iki bölümden oluşuyor, girişte bir eski tarz bir oturma grubu, tv  ve bir ahşap masa sandalye var. Herşey oldukça sade, kendi halinde ama şık. Kesinlikle bu otelin her köşesi için söylenebilecek kelimeler bunlar. İçerideki bölümde ise yatak odası (kocaman bir yatak var ki kaybolur içinde insan) ve cam önünde manzaraya bakan jakuzisi ile banyo var. Eşyaları odaya atıp Lil'a Restoran'a geçiyorum.




Gelmeden önce şık restoranlar için ufak çaplı bir araştırma yapmıştım ancak mevsimden dolayı sadece burası açıktı. Diğer görmek istediğim restoransa yine Uçhisar'da Ariana Sustainable Luxury Lodge içinde yeralan Plum Restoran. Bir sonraki ziyaretimde artık.
Museum Hotel'in kendi bağlarındaki üzümlerinden yapılmış olan bir şişe kırmızı şarap eşliğinde peynir ve soğuk et tabağı alıyorum. Fonda hafifçe çalan otantik müzik eşliğinde romantik bir geceye başlangıç için harika bir seçim olmuş. Yemekten sonra yıldızlı gökyüzü altında sıcak içmek için bara geçiyorum. Ömer Hayyam'ın Kimse Bilmez şiiri, Zuhal Olcay'ın sesinden kulaklarımda çınlıyor. Bir yerde herşey ve bu kadar mı tamamlar birbirini...
Ertesi sabah güneşli bir güne uyanmanın keyfi ile önce bahçede biraz oturup etrafı izledim. Kahvaltıya geçerken, önce terasta kahve içeceğim yeri seçtim, sonra da sıcak havuz için hazırlıklarımı yaptım. Açık büfe kahvaltı çok sevmem ancak lezzeti ön planda olan buradaki açık büfe kahvaltı, yine keyif yine keyif yine keyif. Ağır ağır, içimde bir yerlere  yetişme telaşı olmadan bitirdim kahvaltımı. Bol sohbetli, samimi çalışanları ile ahbap bile oldum iki günde.




             Erkek olmadığım için hüzünlendiğim bir an da manzaraya karşı saç sakal traşı hizmeti...


Terasa oturup kahvemi içip, yine uzaklara hülyalara daldım. Güneş tepedeyken, havada iyice ısınmışken sıcak su havuzunu denemek için hareketlendim.


Ne üşüten, ne kaynatan tam ayarında suya girince, dedim ya burada hiç anlamadığım hisler içinde oluyorum. Bir heyecan, bir sarhoşluk hali. Hemen bir kadeh beyaz şarap söyledim ve hayalimdeki keyfi yapmaya başladım. Keyif yapmak da bir iştir sevgili okur. Zaman ayırmak lazım, ince ayrıntılara hazırlanmak lazım bazen, zamandan uzaklaşmak ve kendinden uzaklaşmak lazım bazen, bazen de herkesten uzaklaşmak ...


Birinci akşamına yaklaşırken, kahvaltı, teras ve kahve, şarap ve sıcak havuz, şömine başında yazı, Lil'a Restoran ve sonra tekrar bar ve sıcak şaraptan oluşan bu Binbir Gece Masalında eriyip bitiyordum. Diğer mevsimleri bilemiyorum ancak, o terasta Jehan Barbur'u canlı dinlemek gerçekten bu muhteşem eserin tuvale vurulan son darbesi olurdu.


Lil'a Restoran' da ikinci akşam yemeğinin ardından odanın önündeki bahçede koltuklarda biraz keyif yapmak istedim. Şarabımı ve odaya bırakılan (hoş süprizleri oluyor otelin, kendi yapımları üzüm pekmezi, ev yapımı çikolata topları) çikolata toplarını aldım ve koltuğa kuruldum. İlk yudumu alıp şöyle bir gökyüzüne bakayım derken, önce ayaklarım yerden kesildi ve yukarıda gökyüzü yavaşça kaymaya başladı. Tam ayaklarımı havada görmüştüm ki kafamı arkadaki tomruğa vurdum ve acı ile düştüğüm yerde kaldım. Canım çok acıyordu ya, bir de düşene gülünmezdi biz öyle eğitildik, kalakaldım. Sonra tabi koyverdim gitti. Çok acıdı canım ama işte böyle bir yer Museum Hotel, ayaklarınızı yerden keser...



Gecenin ve yazının sonuna gelirken, hayalini kurduğum herşeyi yapmanın keyfindeyim. Yazımı otelin anı defterine karaladıklarımla bitiriyorum. 
Herkese keyifli hayatlar...





16 Mart 2017 Perşembe

Kitap Evi Otel Bursa, Neron ve Ferzan Özpetek üzerine



Haftasonu'nu masal gibi bir bahçede kahvaltıyla taçlandırmak isterseniz, biz yakmadan Bursa'da Kitap Evi Hotel görün derim. Neron Roma'yı yakar da biz bir hotel bahçesi yakmışız çok mu?

Ferzan Özpetek son filmi "İstanbul Kırmızısı" vizyona gireli iki gün olmuş, akşam için almışız biletleri. Beklenti büyük, aşk, ölüm, film müzikleri, hüzün, gözyaşı falan filan...Bende mendiller hazır, ilk sahne; havadan İstanbul Modern, ağlamaya başladım ki tek damla da kaldı. Ağlatmıyorsa para yok, biz de böyle :) Film sonu geldi, kalakaldık...Ekşi sözlüğe bakın ben anlatmayayım. Ferzan Özpetek için helva kavurmadık belki ama gecenin 23:00'nda İtalya'da geçen filmleri anısına kardeşimin yaptığı tiramisuyu yedik :)

Sabah Yalova'dan bir saat uzaklıktaki Bursa'ya geldik. Bursa'nın Kaleiçi'nde kalan bölümünde eski bir konak Kitapevi Hotel. üç yıl önce tesadüfen sadece bir kahve içmek için uğradığım mekan, nasıl etkilemişse beni Bursa deyince ilk aklıma gelen yer oldu. Surların içinde kalan bu bölüm aslında şehrin en eski yerleşim yeri. Sokaklar dar ve bazen aralarda eski cumbalı evler hala kullanımda. Genel olarak yapılaşmada olmazsa olmaz bir modern bina akımı da görülüyor. Amma daldım bu mevzuya çıkıyorum darlandım. Konunun özü, sokaklara dalayım, eski otantik Bursa evlerini göreyim derseniz, eliniz boş dönersiniz. Siz iyisi mi paşa paşa Kitapevi Hotel'in bahçeye yayılın.

Otelin içinden bahçeye girdiğinizde, sade şıklıkta bir ortam karşılıyor. Beyaz ferforje masa sandalyeler, ağaçlar, rengarenk saksılar ve kış bahçesi. Gitmeden iki gün önce arayıp rezervasyon yaptırmıştım bahçe için, ancak gidince gördük ki bir de kış bahçesi yapmışlar. Şömine önünde koltuklar, bir yanda sedir tam keyiflik. 
İçerisi doluydu, 6 kişi olarak hemen şömine önü koltukları istila ettik ve kahvaltısı bitip, hala oturan grubu bakışlarımızla rahatsız ederek kaldırdık :) Çok ayıp ettik ama ne yapalım, onlar hep Bursa'da yine gelirler...



Serpme kahvaltı ikişer kişilik geliyor, sınırsız çay ki her Türk'ün kahvaltıda olmazsa olmazı servis ediliyor. Leziz bir kahvaltı ve fiyatı da beklediğimizden uygun geliyor. kahveler ikramdı galiba :)



Kahvaltılar bitiyor ve başlıyoruz koyu sohbete, servis yapan çalışanlar ve işletme en sevdiğimizden. Abartı olmayan bir kibarlık içerisinde hizmetini yapıyor. Hepimiz kahve isterken arada bir çay siparişine "yine mi çay, maşallah " cevabı yapışıyor hemen. Severiz samimiyeti :)



Kış bahçesi şöminesi kendi halinde tatlı tatlı yanarken, arada biz de odun atıyoruz. Sonra dışarısı bir dumanaltı olmuş. Dışarıda oturanların bize fena fena bakmaları ile farkettik ki; Şömine tütmüş, dışarıda sanırsın Samatya Sahil Mangal Partisi var...Hemen işletme müdahalesi ile şömine söndürüldü ve biz de ortam sakinleşsin ve yüzümüzü unutturalım diye biraz dolaşmaya dolaşmaya çıktık. Ekibin haberi yok ama biraz dolaşıp, yine bahçeye çöreklenme niyetindeyim.



Arka sokakları gezdik, tabiki on dakika süren bu turdan sonra hadi dönelim dedim.
Bu defa bahçede oturduk, güneş de tepede, sıcak ve keyifli ortam. Bir şişe beyaz şarap ve meyve eşliğinde keyif yapmaya devam. Taş duvarların içinde, kalabalık ve seslerden uzak, sadece bize ait bir bahçedeymiş gibi hissediyorduk.



Otel'in tüm odaları antika eşyalarla döşenmiş, ahşabın kokusu ve hafif karanlığı sarmış her yanı. En güzel odası da en üst katta, Bursa manzaralı küçük bir terası olan oda. Gündüz tıpkı İstanbul manzarası gibi, çarpık yapılaşma en çirkin haliyle gözünüze batsa da, gece sadece ışıkların göründüğü bir manzara hiç de fena olmaz sanırım. İşletmecisi eğer musaitse odalarda küçük bir tanıtım turu da yapıyor.
Akşam yemekleri içinde, otelin içindeki  restoranın yanısıra, bahçe de gayet hoş ve romantik bir ortam olur.



İki gün bir gece için Bursa gezisi planlıyorsanız, tüm turistik gezi planınızı gerçekleştirdikten sonra, keyifle yayabileceğiniz bir yer burası. Ya da ben Bursa'da yaşasam, sabahtan kahvaltımı burada yapar, sonra kitabımı açar şömine önünde okumaya başlarım. Sonra kalkar bahçeye geçer, kendime bir kahve söyleyip biraz yazı yazarım. Sonra acıkırım muhtemelen ve bir kadeh şarap eşliğinde şömine önüne oturur tekrar okurum ve sonra tekrar yazarım...Ardından bana, önce mutfağın sonra da otelin anahtarını temsili bir törenle verip, evi ocağı yedin, al hepsi senin olsun derler :)

Ne yapayım, sevdim mi böyle severim ben...
Keyifli pazarlar




29 Eylül 2016 Perşembe

Puglia ve Bari...Bitmeyen Film İtalya...


Her tatil bir aşk hikayesi gibi aslında, bittiğinde ardında garip bir boşuk bırakıyor hep.
Dönüş yolunda Bari'ye doğru ilerliyor tren. 

        
       


Tatlı bir hayaldi kurduğum; sadece gitmek istedim ve gittim...
Önce bir kitaptı önüme düşen"Sen Benim Hayatımsın" la Ferzan Özpetek, 
sonra bir filme götürdü beni "Mine Vaganti, Serseri Mayınlar",
ve "Lecce"de bir hayalin başladığı yerdeyim.
Sonunda hep bir ölümün birleştirdiği hayatların, sıcak bir italyan gününde geçtiği bu hikayelerle büyümedim belki ama ruhumu ele geçirmişti ilk seferinde...

Keyifli bir evdi tek istediğim; yaşayan, pencereleri hayata açılan, sokaklar salınarak akarken önümden, sanki bir filmi izler gibi izlemekti...
Hiç tanımadığım yeni insanlarla tanışmaktı; Valentina, Dario, Roberto, büyük bir masa etrafında, İtalyanlara özgü o sıcaklıkta bol sohbet...
Güleryüzlü ve en sabırlı yan komşu Rosamafalda, sokaktaki Osteria'nın sahibi tatlı çift...
Ve daha birçoğu...

İşte bir hayalle başlayan ve hayalin de ötesinde yaşanan bir tatilden bahsedeceğim birazdan.
Kafamdaki tatil planı yeni yerler görmekti tabiki ancak bir yandan da her sabah bir Lecce'li gibi kalkayım, kahvemi alıp balkona çıkayım ve boş boş öylece sokaktan gelen geçeni izleyip, ona "buon giorno", buna "come sta" diyeyimdi. 

O yüzden uzun zamandır gittiğim şehirlerde, otellerde kalmayı bıraktım ve bir parçası olduğunu hissettiren küçük evler aramaya başladım. Wimdu, AirBnb ve en sonunda Booking'de aradığım evi buldum :)

                                   

Nasıl ve neden yalnız seyahat ediyorsun? Genellikle ilk sorulan soru...
Tek kelime ile anlatırsam "Yalnız Tatil" eşittir "Aşk" benim için...

Lecce'ye direkt uçuş olmadığı için geliş biraz zahmetliydi. Önce aktarmalı bir Bari uçuşu ve sonrası yaklaşık 2 saat tren ve Lecce...
Ve işte evin sokağındayım...Bir balkonu Piazza San Orozzo, bir diğeri Piazza Giuseppe bakan o muhteşem ev...İçeri girdiğimde tüm pencereleri açıp deli gibi tepinmeye başladım... Allahımmmm bunu hakedecek ne yapmış olabilirdim. Ben Lecce'deydim, aynı anda Lecce'de benim evimdeydi....Barok stili eski iki katlı bir bina, yüksek tavanlar, kahve ahşap panjurlar, kocaman pencereler...

                                    

Eşyaları bir kenara atıp hemen kahve yapıp balkona çıktım. Nasıl bir havayla duruyorsam, yoldan geçen turistler  balkonda fotoğrafımı çektiler. Fotoğraf çekilmeyi seven her hatun gibi pozumu verdim ve başımla küçük bir selam vererek uğurladım hepsini :) Havamı sevsinler yaaaa...

        

Sonra hemen dışarı attım kendimi küçük bir old town turu için. Akşam olmuştu ve sarı ışıklar sokakları tatlı tatlı ısıtmışken kendime bir Spritz Aperol ısmarlamaya karar verdim.

        


Büyükçe olan Piazza San Orozzo'da akşamları gitarını alıp canlı müzik yapan gençleri, onları izleyen ahaliyi izlemek en keyifli zevkim oldu birkaç akşam. Çalanlar sanki para için değilde keyfi için çalıyordu. Gitar kutusuna ise paralar, yardım edermişçesine değil de, bize bu keyifli akşamı yaşattığı için bırakılıyordu. Hele bir de keyfince dans eden yaşlı amca yok muydu? Dansa kaldıracak genç bir kız bulamadığı zamanlarda, şişme kız arkadaşını ödünç aldığı bir İtalyan'dan kibarca izin istiyordu ve şovunu yapıyordu :)

                        

Şov bittiğinde eve gitme vakti gelmişti. Günün son kahvesini yapıp balkonda içerken, önümdeki altı günün hiç bitmemesi için dua ettim...

Ertesi sabah pazardı, biraz keyif yaparak geç kalktım. Bir önceki günden marketten kahvaltı için aldıklarımı hazırlamaya koyuldum. Masayı tabiki balkonun dibine çektim, keyfime diyecek yoktu ve dışarı bile çıkmasam olurdu...

                                     


Ama gezmek de lazımdı, poffff...
Hazırlanıp evden çıktım, tam apartmandan çıkıyordum ki, koca bir paragraf italyanca bir yazı beni anla diye bakıyordu. Kalemle tam "no italiano" yazıyordum ki, tatlı mı tatlı bir teyze Rosamafalda, hemen yan kapımdan çıktı. Herkes kendi dilinde selamını verdikten sonra, başladık sohbete. İtalyanca ve türkçe olan bu tatlı, bol gülümsemeli sohbette, kapıyı yavaş yavaş kapatmamı, gece ekstra kilitler olduğu ve gece geç dönenin bu işi üstlendiği, yalnız mı olduğum gibi sosyal sohbet ve derslerle beni öperek uğurladı. Ben yurtta kalıyorum da haberim yok galiba. Haydi hayırlısı bakalım. Eğlence başlıyor sanırım....:)

Gündüz gözü ile sokakları arşınlamaya başladım. Daracık sokakların birleştirdiği küçük meydanlar, sağda solda irili ufaklı kiliseler. Bilenler bilir kilise, müze gezmem. Gelince siz gezersiniz, zaten ufacık yer. Ama bir tanesi var ki fotoğraf koymadan geçemeyeceğim. Bir yanda bizleri parmak işareti ile, diğer yanda ise sırtında bir elektro gitar taşıyan çok şık etekli bir aziz karşılıyor kilisenin kapısında...
Sanki mimar kiliseyi yaparken şeytan dürtmüş :)

                                    
                             

                                                      Church Of St. John The Babtist

Akşama doğru eve dönme vakti; aldığım bir şişe şarap, çeşit çeşit peynir ve et tabağı ile yine balkonumdayım...İstanbul'da bu kadar evde dursam, evdekiler mum yakardı yeminle :)

3.gün artık totoyu kaldırıp yakındaki küçük kasabaları görme zamanı. İlki trenle 1 saat uzaklıktaki Otranto. 1 saat diyor çizelge ama siz kanmayın total 2 saat sürdü. Sabretmeyi İtalyan'lardan öğrenecek değiliz derken, tatlı tatlı öğretiyorlar...En son makinist"  Merak etmeyin akşama varırız" dedi gülerek...Şaka mısınız leynnnnn....

       
                                                                        OTRANTO

Mevsim sonbahar olunca, çokca olan keyifli plajlar bomboş şimdi tabiki. Sadece birkaç turist kafilesinin olduğu sokaklarda dolaşmaya başlıyorum bende. Kaleye doğru çıkarken, ara sokaklarda birçok restoran var. Genellikle deniz ürünleri olan bu mekanlarda, klasik İtalyan lezzetlerini de deneyebilirsiniz.

        

Turistik mağazalardan alışveriş yapabilirsiniz.
Doğrusunu söylemek gerekirse denize girmeyecekseniz 2-3 saatte gezinizin biteceği bir yer burası.

        


Öğlen için tabiki Spritz Aperol ve birkaç İtalyan lezzeti tatdıktan sonra Lecce dönüşü için hazırdım. Peki Otranto'nun nesi güzeldi derseniz, tabiki de dönüşü derim.

                           

Bir Arjantin'li çift, bir Amerikalı Çift ve bir İtalyan Valentina...Merak etmeyin bir fıkra çıkmayacak, sadece kocaman bir el sallayın bloğum için dedim :)

Sonra akşam vakti tren olmadığını ve otobüsle döneceğimizi öğrendik. Dönelim de Lecce'ye isterse at arabası olsun. Akşam olunca iyice sessiz sedasız keyifsiz oldu Otranto...
Dönüş yolunda Valentina ile baya muhabbet koyulaştı. Aklınızda olsun Otranto için Lecce'den tek tren ile gelinmiyor. Maglie'de aktarma yapıyorsunuz. Biz de Maglie'de oldukça eski bir trene aktarma yaptık.

                                   


        

Bol kahkahalı bir sohbet sonunda Lecce'ye vardık ve asıl hikaye burda başladı. Bir hayalim daha gerçek oluyordu işte... Valentina arkadaşı  Dario ve Roberto ile evde yemek hazırlayacaklarını ve istersem gelebileceğimi söyledi. Bazı şeyler bir kere gelir insanın karşısına. Büyük bir sofrada, tanımadığım insanlarla bambaşka bir akşam...Tırsmanın vakti değil, koca kızsın hadi bakalım deyip, atladık Dario'nun arabasına...
Eve giderken biraz alışveriş yaptık. Akşamın menüsünde; balık çorbası, fıstık ve sarımsak, portakal ve krema soslu somon, parmesan ve karides karışımlı midye dolma ve son anda uydurulmuş meyveli ekmek tatlısı ve bolca şarap...

                                             

                                    
                                    

Gece saat 1 sularında artık gülmekten yorulmuş, biraz oryantal, biraz Lecce dans, Fatih Terim, Paolo Conte, Adriano Celantano, Luxus, Fabrizio De Andre eşliğinde sohbet sonrası eve dönüş vakti gelmişti. Lecce'den ayrılmadan bir kez daha buluşmak için sözleşip, yola koyuldum.

Macera bitti mi? Tabiki hayırrrr!!!
Gecenin 2'si, Rosemafalda, yan komşum kapının ne kadar kilidi varsa kitlemiş...Defalarca zili çalarak aynı zamanda kapıyı tıklatarak kendisine ulaşmaya çalışıyorum. Tam vazgeçmiş ev sahibini telefonda uyandırmışken, tatlı tatlı merdivenleri inişini duyuyorum. Son derece nazik bir sesle ve kocaman bir gülümseme ile elimdeki anahtarları alıp, bir tanesini kapının bilmem kaçıncı kilidine sokarak;
"Bunu kullanman yeterli, panik yok"diyerek beni kapıma kadar bırakıyor....Bu kadın ya seri katil ya da ermiş valla. Başka açıklaması yok, benim gibi psikopatla niye uğraşsın yoksa.
Yerim ben bu teyzeyi...:)

                                     
Gecenin son kahvesi için pencereye çıkmış, sokağın tatlı sarı halini izlerken,
"Beni izleyen o biri, hayallerimin de ötesinde bu akşam için tekrar teşekkürler..."

4. gün de artık blog için biraz yazma vakti diyerek, masamı ve kahvemi hazırlıyorum. Yarım günü masa başında geçirerek ilham gelmesini bekliyorum ya, sokaktan gelen geçeni izlemekten ancak giriş kısmını yazabiliyorum. Sonra da amannnnn yazarız bir ara diyerek tekrar sokaklara atıyorum kendimi.

                                     
                                                               VIA DE GIUSEPPE

Giuseppe sokağı, dondurmanızı yalayarak bir baştan bir başa gezilen çok da uzun olmayan en turistik caddesi Lecce Old Town'un. Dondurmasız almıyorlar yalnız söliim baştan :) Sağlı sollu osteriaların olduğu, bolca şarap ve peynir, et tabağı yada geleneksel tatları denerken, sokaktan geçenleri izleyeceğiniz bir yer. Küçük turistik eşyalar satan mağazalardan da alışveriş yapabilirisiniz.

        
                                                          LECCE CHOCOSTORE

                                    

                                   
                                            "You see I'm not like a boss, I'm the boss"

Aynı cadde üzerinde oldukça sakin küçük bir meydan olan Del Duomo'ya uğruyorum ve dünya üzerindeki varlığımdan şüphe etmem burada başlıyor.

                                
                                                                   DELL DUOMO

Yaklaşık 10. denemeden sonra yaşlı Amerikalı Teyze'nin çektiği fotoğraf karesinde kendimi göremedikten sonra, ya vampir oldum yada ben yokum dedim...Oldukça endişeli birkaç deneme daha yaptıktan sonra, el kaldırıp kendisine birtakım nidalarla seslenerek karede çıkmayı başardım...oleyyy beeee...:) Türk'ün azmi. O foto o meydanda çekilecek kardeşim....

Hah işte yalnız gezmenin tek sıkıntısı benim için bu an işte...Ne fotoğraflar çektirdim, fotoğrafta yarım var, yarım yok. Kale var ben yok, ben var kale yok...:) 

Bu yorucu ve panik dolu andan sonra biraz eve geçip dinleniyorum ben yaaa...

Piazza San Orozzo'da ev tutacaksanız tek tavsiye, biraz arka sokaklarda tutun derim. Tüm gece sokakağın ve insanların çılgın gürültüleri bitmiyor. O bittiğinde ise gece 5 civarı mekanlara mal getiren kamyonetler, çöp arabaları başlıyor. Uykunuz hafif, yapınız agresifse kıymayın kendinize. Gidin bir arka sokakta tutun evi.

Bense agresifliğimin yanına, ağır bir uyku durumu eklendiğinden hiç sorun yaşamıyorum...Ama insanın kırarım o şişeyi leynnn kafanda diyesi geliyor, napim o kadar da olsun...

5.gün yeter dingin sularda yüzdüğün diyerek tekrar bir bilinmeze doğru yola çıkıyorum. Bu sefer Gallipoli'deyim. Yine trenle yaklaşık 1 saat süren ancak 2 saat sonra varabildiğim ve yine Uzulluro'da aktarma yaparak gidebildiğim küçük deniz kasabası. Yine asıl yaz mevsimi gelip, tüm günü plajlarında geçirip, akşam da keyifli bir restoranda yemekle sonlandırabileceğiniz bir yer. 

                                   


                                   
      
                                   

Trenden indikten sonra yaklaşık 10 dk yürüme ile old town'a geliyorsunuz. Daracık ve küçük sokakları gezmekle başlıyorum. Evlerin kapıları ardına kadar açık ve tül ile kapatılmış. Hani girseniz, bir kahve içip çıkarsınız. Bazıları iyice abartmış, mutfağı sokağa kurmuş...

                                  

         
     
Küçük şirin sokaklarda dolaşırken, huzuru işte tam da burda hissediyorsunuz. Henüz sıcaklığı geçmemiş güneşi teninizde hissederken, denizin tatlı kokusunu alabilirsiniz. Serseri Mayınlar filmi geliyor aklıma. Deniz, güneş, kum... Burada kaybolabilirim işte, çok değil ama. Muhtarlığa adaylığımı koyacak kadar. Bu sosyalllikle yalnız da kalınmıyor ki. Habire birileriyle tanışıyorum, ne gerekse :)

Kasaba, denizden çok da yüksek olmayan bir tepede kurulmuş. Deniz manzarası boyunca ilerlerken çeşitli bar ve restoranlar var. Yaz henüz bittiği için birkaç kişi ancak varız mekanlarda.

En güzel kare ise işte bu. Hayal edin, çok da sıcak olmayan bir yaz mevsimi, havlunuz ve şemsiyenizle gelip, kitap okuyup, öykü denemelerinizi yapabileceğiniz plaj... Daha başka ne isterim ki...

        

Akşam 19.22 treni ile Lecce'ye döndüm ve yine 1 saatlik yolu 2 saatte... Alıştım artık...
Gece Piazza Giuseppe'de canlı müzik var. Aslında benim salonda çalıyor gibiler,  yüzden gidip yerinde dinleyeyim diyorum. En çok eğlenen, dans eden çocuklar yine :)

                                    

        
                                          Akşamları oldukça kalabalık BAR MORO


Eve geçip, gecenin son kahvesiyle sokağı izlerken, 40'ımdan sonra yaşayacağım yer artık belliydi. Ferzan Özpetek'in varmış bir bildiği...:)

6. gün ve yine Lecce sokaklarını arşınlıyorum...
Kesin bende İtalyan kanı var... Herşey hava-civa ve görüntüden ibaret...Misal geldiğim Doppoizero...
Önce büyük ve şatafatlı bir tabak alınır ( her zaman iş yapar).
Köy ekmeği tarzı koca dilimli, lezzetli 3 dilim ekmek tabağa yerleştir.
Birinin üzerine peynir sür, roka, çeri domates ve organik zeytinyağı ekle,
Diğerine reçel ve biraz kurutulmuş et,
Diğer dilime ise zeytin ezmesi sür ve yine kurutulmuş başka bir et çeşidi,
Yanına da patlat bir beyaz şarap...Al sana en lezizinden İtalyan akşamı :)

                         
                                                                   DOPPOİZERO

Böyle bende işletirim restoran noolcakk ki. Ev de yap bunu, gör sonra ev ahalisini; sesli güldüm şimdi :)
Aman napim, Roma'lı Perihan'dan sonra Lecce'li bir Deniz lazım bu memlekete. Herkes akıllı olursa hiç çekilmez bu hayat, söölim de...

Veeee işte dönüş günü geldi çattı, Ferzan Özpetek'in sakin korunaklı İtalyan Filmleri yuvasından çıkıp, gerçek İtalyan kanının sokaklarda gürül gürül aktığı, zamanın durduğu ve sanki mafyanın başrolde olduğu bir başka İtalyan filmine geçiyorum...Bari...

Bari'de trenden inerken akşam İstanbul'a dönecek olmanın hüznü vardı içimde. Yürüyerek yaklaşık 10 dk'da OldTown denilen bölgeye gelmiştim. Birbirine paralel iki ana cadde üzerinden ulaşabiliyorsunuz buraya. Cadde üzerinde ünlü şık mağazalar ve cafeler var. Hiçbirinde zaman kaybetmeden kalan 4 saatimi herzamanki gibi küçük sokak aralarında dolaşarak harcamaya karar vermiştim. Şimdi düşünüyorumda sanki hipnotize olmuş gibi ilerliyordum Oldtown'a doğru. İlk sokağına daldığımda;
hımm, şirin küçük sokaklar işte derken, işler farklılaşmaya başladı. Önce sokaklar daha da daraldı. Sonra tepemde çamaşırlar ve mis deterjan kokuları belirmeye başladı. Mevsimden olsa gerek çok az sayıda turist vardı ve sokaklar genellikle boştu. Tam boşluk ve sakinliğe alışmışken küçük bir dörtyola geldim ve biri "Motor" diye bağırdı o anda yada bana öyle geldi. 

                                   

Üç genç motorsikletli ama 1970'lerden kalma motorsiklet ve kıyafetlerle o küçücük dörtyolda durmuşlardı. Motorlar çalışır halde bağıra bağıra konuşmaya çalışıyorlardı.
Aynı anda karşımda bir kemer altında üç İtalyan amca kağıt oynayıp, bira içiyor ve yine birbirlerine bağırıyorlardı.

                                      

Yine aynı anda sağımda çoluk çocuk toplanmış anneler ayrı, çocukları ayrı bağırışıyorlardı. Ne kadar İtalyan da olsa konu aynı, dil bilmeye gerek yok..."
Piccolo kadar çocuğa vurmasın senin grande çocuk, ayıptır."
Azıcık italyanca ile bu kadar tercüme :)

Peki ben ne mi yapıyorum bu arada? 
Tabiki filmi en güzel yerden izleyebileceğim bir cafede çoktaaan Aperol Spritz'imi ısmarlamış, Bari'de olmanın keyfini çkartıyordum.

                                  

Yan masamdaki yaşlı Alman çift ile bu gürültü arasında biraz sohbet etmeye çalıştık, ancak o kadar çok gürültü vardı ki vazgeçtik. Sadece kahkaha atabildik karşılıklı. Türk olduğumdan olsa gerek;
"Neden bu kadar bağırıyorlar?" diye sordu Alman Amca.
"Bağırmazlarsa bu film bu kadar güzel olmaz ki." dedim...Başıyla onaylayıp gülümsedi :)

Tam olarak 2 saat boyunca bu çılgın filmi izledim. Aldığım keyfi cümlelerle anlatacak kadar yazma yeteneğim yok maalesef. Ama orada otururken benim kanımda deli deli akmaya başlamıştı bile...

Aslında burası biraz da eski Tarlabaşı manzaralarını hatırlattı bana. Bir ara birkaç genç yanıma gelip sohbet etmek istedi, tek kelime İngilizce yok tabi :) Gülümseyip kibarca yollarken biri diğerine küçük bir poşet uzattı. Gördüğümü anlayınca da göz kırpıp uzaklaştı...Hayat böyleydi buralarda, herşey olduğu gibi sokakta yaşanıyordu, gizli saklı olmadan, çekinmeden, korkmadan...

Bitmeyen film yapmışlar Bari'de... Birazcık daha gezme zamanı ama. Yine ara sokaklara dalıyorum. Kapı önü güneşlenen mahalleli ile selamlaşarak ilerliyorum ve işte o muhteşem "Orecchiette" yapan teyzelere rastlıyorum. Bu makarna türü Güney İtalya Puglia'ya özgü parmak küçük yuvarlaklar şeklinde parmak bastırılarak yapılıyor. aşağıdaki sitede birkaç tarif mevcut isteyenler için.

                                     
                                     
   
                                     

                                     
 
     
                                     


Sonunda film setinden yorulmuş bir halde çıkarken, biraz oturup tüm bu 6 günü düşünmek istedim. Herbir karesini hiç unutmamak için. Hayatı henüz anlayabilmiş değilim, hele benimle ilgili planlarını hiç çözemiyorum. Tek yapabildiğim hayal kurmak ve onları gerçekleştirmek. Bazen hayalle gerçek birbirine karışsa da, kendi filmimde kısa bir süre de olsa bir köşeden mutlu Deniz'i izlemek tek keyfim...

                                   
                                   
                                    
    

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere....


http://hometoitaly.blogspot.com.tr/2012/02/how-yle-spent-sunday-in-italy.html